Kamusal Alan, Diyalojik Demokrasi ve Sosyal Medya

Kamusal Alan, Diyalojik Demokrasi ve Sosyal Medya

Sosyal medya, son yıllarda her yerde bulunan, herkesin ulaşabildiği ve önemli bir sosyal iletişim mekânı ve kişilerin özgürce içerik paylaşımı yaptıkları bir yer haline geldi. Kullanım kolaylığı, hızı,  internet ve akıllı telefon penetrasyonunun giderek artmasıyla elde ettiği geniş erişim imkânı sayesinde sinemadan spora, çevreden ekonomiye, politikadan teknolojiye birçok alanda konuların tartışılmasını ve trendlerin oluşmasını sağlamaya başladı.

Öyle ki bazı konularda ortak aklı temsil edecek bir temsil kabiliyeti olduğunu düşünen ve buradan hareketle gelecekle ilgili çok gerçekçi öngörüler oluşturan akademik ve ticari çalışmalar yapılmaya başlandı. Sosyal medyanın ortak aklı temsil ettiği varsayımından hareketle yapılan bu çalışmalar kamusal alan kavramını çağrıştırarak bu iki kavram arasında bir ilişki olabilir mi? sorusunu akıllara getirmeye başladı.

Jurgen Habermans kamusal alanı, özel şahısların kamusal meseleleri ve ortak çıkarı tartışmak üzere bir araya gelmeleri şeklinde tanımlamaktadır. Habermans’a göre, post modern toplumlarda demokrasinin uygulanabilir olması herkesin eşit ve özgür olduğu, karşılıklı iletişime olanak veren kamusal alanların oluşmasına bağlıdır. Bu kamusal alanlarda çoğulcu demokrasilerde kendisine hayat alanı bulmaya çalışan tüm farklılıklar iletişime geçerler ve bu iletişim neticesinde toplumsal uzlaşıya varırlar.

Kullanım kolaylığı, geniş erişim olanağı, hem kişisel hem de kamusal konuların tartışılması için çok uygun bir zemin oluşturabilme özellikleriyle sosyal medyanın tam da Jurgen Habermans tarafından çerçevesi çizilen “ kamusal alan “ olma ve toplumun demokratikleşmesini sağlama gibi önemli rolleri oynayabilecek bir potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum.

Ali Yaşar Sarıbay’a göre kamusal alan en kısaca; kolektif bir arada oluş ve iletişime giriştir. Bu konuda temel problem, kollektivite karşısında bireysel özerkliğimizi nasıl koruyacağımızdadır.

Süleyman Seyfi Öğün’e göre kamusal alan bastırılmış kimlikler arasında göreli bir barışın kurulduğu alanı deneyimler. Bu iki tanıma göre de kamusal alana giren bireyin özerkliğini ve öznelliğini korumasının hayati bir öneme sahip olduğunu görüyoruz. Sosyal medya hakkında tüm bu olumlu beklentilere rağmen benim de bu yazıyı kaleme almama sebep olan tehlike tam da burada gün yüzüne çıkmış bulunuyor.

Sosyal medya modern ve yalnızlaşan bireyin kendini özgürce ifade edeceği bir alan olacağı görüşünün aksine, bireylerin kendi fikirlerinin değil kendilerini ait hissettikleri grupların, fikirlerini körü körüne, sorgulamadan destekledikleri bir alana dönüşmeye başladı. Bireyler bu gruplara verdikleri destek karşılığında o gruba ait olan insanların da desteğini kazanıyorlar, kendilerini daha güçlü ve büyük bir grubun bir parçası olarak görmeye başlıyorlar. Bu şekilde grubun beklentilerine göre hareket ettiği yani kendisi olduğu zaman değil,”mış “gibi yaptığı sürece daha fazla kişi tarafından takip ediliyor, daha fazla retweet ediliyor, kısacası daha fazla kabul görüyor, kendini daha güçlü hissediyor. Jean Baudrillard ‘ın dediği gibi günümüzde her kişi kendi görüntüsünü arıyor. Bu da insanların her şeyin üstünde bir imaj olarak ortaya çıkmasına neden oluyor.

Ali Yaşar Sarıbay’ın kamusal alan tanımlamasında yer alan, kamusal alana girerken kollektivite karşısında bireyselliklerin taşınamaması endişesi sosyal medya deneyimlerinde gerçekleşti diyebiliriz. Kendini bir şekilde bir gruba ait hisseden ve bunu profil sayfasına yansıtan bireyler, öznellikten uzaklaşarak, bazı konularda kendini ait hissettiği gurubun söylemlerini kullanmaya başlıyor. Taraftar oldukları spor kulüplerinin bayrakları, oy verdikleri siyasi partilerin bayrakları, siyasi parti liderlerinin fotoğrafları, değerlerine bağlı olduğu dini liderin fotoğrafı, hayat tarzı olarak benimsediği müzik grubunun solistinin fotoğrafları profil sayfalarına yansıyan sembollerden bazıları oluyor. Böylece herkesin özgürce düşüncelerini paylaştığı, bireylere dayalı etkileşimli sistem olarak tanımlanan sosyal medya, birden bire ortadan kayboluyor ve maalesef öznellik sadece kullanıcı adlarında kalıyor. Özgürlük insanlara isimle hitap edip, soy ismi kullanmayı küçük görme, kendinden farklı düşünen insanlara karşı çok sert bir dille hakarete varan bir iletişim kurma hakkı olarak kalıyor.

Sosyal medyanın ülkemizde özellikle siyaset, spor, sanat ve dini konularda tarafların birbirlerine üstünlük sağlamaya, hegemonya kurmaya, karşı tarafı anlamaya değil yenmeye çalıştıkları bir düzlem olmaya başladığını gözlemleyebiliyoruz.  Anlık duygu paylaşımına olanak veren sosyal medyanın doğası gereği tüm bunları destekleyen yapısı, ülke genelindeki hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlük ortamı ile birleşince bu sonucun ortaya çıkmasına sebep oldu.

Sosyal medyanın en önemli mecralarından, en popüler micro blog sitesi olan Twitter da bu tehlikenin en yoğun yaşandığı alanlardan biri. Twitter’da grup kimliğinin abartılması sonucunda farklılıklar ayrıcalığa dönüştürülüyor. Diğer tüm fikir ve gruplar acımasızca ötekileştiriliyor. Ötekileştirilen fikirler arasında iletişim ve diyalog iklimi kayboluyor ve maalesef abartılan grup kimlikleri grupsal ve/veya kimliksel fundemantalizme dönüşüyor. Twitter da şu anda devam eden kavgacı ve mücadeleci iletişim tarzı buranın bir kamusal alan olmasından çıkarak 60’lı 70’li yılların devrim mücadelesi yapıldığı meydanlarına dönmesine neden olmaktadır.

Özellikle ülke çapında Top Trend olan konulara baktığımız zaman hep ikircikli bir yapı söz konusu olduğunu görüyoruz. Aynı konu hakkında taban tabana zıt hash tag’ler. Büyük çoğunlukla küfür içerikli iki görüş içinde birbirini anlamaya çalışan, orta yolu bulup bir konu hakkında uzlaşıya varmaya çalışan kullanıcı neredeyse yok gibi. Herkes ait hissettiği düşüncenin yaktığı ateşe kucaklayabildiği kadar benzini alıp koşarak gidiyor.

Kamusal alanda grupların birbirleri üzerine tahakküm kurmaya çalışmadan, iletişim halinde kalmalarını sağlayacak çareyi Anthony Giddens’in diyalojik demokrasi kavramında buluyoruz.

Anthony Giddens’ a göre diyalojik demokrasi her şeyden önce kamusal alanda öteki ile karşılıklı tolerans içinde beraber yaşamanın tek aracının diyalog olduğunu varsayar. Bunu yaparken ötekinin kim ve ne olduğuna bakmaz, dolayısıyla fundamentalizmin tüm tiplerine karşı bir tutum alır. Giddens’a göre diyalojik demokrasi demokrasinin demokratikleşmesidir.

Giddens’ın diyalojik demokrasi tanımlamalarında kullandığı birey kavramının da üzerinde durulması gerekiyor. Çünkü bireysel görüşlerin yaşanması ve deneyimlenmesinin de tarihsel ve kültürel kodlarımız nedeniyle çok yeni bir durum olduğunu ve kültürel kodlarımızdan bizlere miras olarak kalmadığını söyleyebiliriz. Birey kavramının temelinde yatan ve bu kavramın ortaya çıkmasına zemin hazırlayan endüstriyel kapitalizm, ulus devlet, çoğulcu demokrasi, özgür eğitim sistemi, gibi kavramların bazılarının ülkemiz için çok yeni, bazılarının ise henüz oluşmadığını görüyoruz.

Türkiye’de bireyin oluşmasını sağlayacak zemin olmaması sebebiyle birey devlet eliyle kurgulanmıştır. Modern ve aydınlanmacı kültürün taşıyıcısı ve koruyucusu olarak kodlanmıştır. Oluşturulan bu bireyin kodlarında farklı görüşlerle iletişim uzlaşı, oydaşım gibi kavramlara yer bırakılmamıştır. Bunun sonucunda da farklılıklara karşı tahammülsüzlük, ötekileştirme, hoşgörüsüzlük gibi olumsuzlukların maalesef toplumumuzda yaygın olarak gözlendiğini söyleyebiliriz.

 Tüm dünyada birçok ülkede yapılan Dünya değerler araştırmasının (World Values Survey ) Türkiye ayağının sonuçlarında bu tezi destekleyecek verilere ulaşıyoruz.

İlk olarak 1981 yılında gerçekleştirilen ve 1991, 1998, 2001 ve 2007 yıllarında tekrarlanan Dünya Değerler Araştırması son olarak 2011 yılında Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer başkanlığında gerçekleştirildi. Çalışmanın sonuçlarına göre Türkiye’de hoşgörü düzeyleri, maalesef dünya ortalamalarının çok altındadır.

Araştırmada farklı olarak görülen insanların komşu olarak istenmemesi bir hoşgörü göstergesi olarak kullanılıyor. 2011 verilerine göre başka ırktan, başka dinden, başka renkten, hatta başka düşünceden komşu istemeyenlerin oranları hayli yüksek. Aynı yöntem kullanılarak 1991, 1998, 2001 ve 2007 yıllarında yapılan araştırmalarda da benzer sonuçlar çıkmıştı. Yani maalesef bu konuda bir düzelme veya gelişme gösteremedik.

2011 yılında bazı grupların komşu olarak istenmeme oranları söyle;

 

Toplumun tüm katmanlarında yaşanan ötekileştirme, tahammülsüzlük, karşı tarafa hegomanya kurma davranışlarının sosyal medyada da karşılık bulması, sosyal medyanın da bunu destekleyen yapısı ile birleşince sosyal medya barış, uzlaşı değil, kavga, parçalanma ve uzaklaşma eğilimi göstermeye başladı. Merkezden uzaklaşmayı ve marjinalleşmeyi destekleyen bir yapıya dönüştü.

Sosyal medya’nın merkezden uzaklaştırıcı ve marjinalleştirici yanının üzerine gidilmezse insanların özgürce tartıştığı, diyalojik demokratik bir platform olması çok zor görünüyor. Bunu sağlayacak mekanizmalar ve önlemler ise sosyal bilimcilerin önümüzdeki yıllarda yapacakları birçok çalışmaya konu olacağa benziyor.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir